Sağlıkta Fark Yaratanlar:
Prof. Dr. Kadircan Keskinbora
Akademisyenlik ve doktorluğunun yanında sanatçı kişiliğiyle de tanınan ve meslektaşları ile hastalarının hayranlığını kazanmış Prof. Dr. Kadircan Keskinbora hocamızın konuğu olduk. Prof. Dr. Kadircan Keskinbora başarılarla dolu hayat hikâyesini Health40 platformunda okurlarımızla paylaştı.
“2,5 yaşında geçirdiğim
kaza ve uzun süren tedavi dönemi doktorluğa ilgimi arttırdı”
6 Nisan 1959’da Mardin’de doğdum. Beni tabip olmaya yönelten
olay 2,5 yaşında geçirdiğim kazaydı. Annemin anlattığı kadarıyla biliyorum;
kazayı yaşadığımda 2,5 yaş civarındaymışım. Mardin ve çevresinde halen de sık
kullanılan küçük sandalyeler (tabure) vardır. Evde oynarken ayağım kayıyor ve
düşerken çenemi taburenin köşesine çarparak ağlamaya başlıyorum. Kazadan bir
gün sonra annem ve babam çenemin şiştiğini ve şişliğin giderek büyüdüğünü fark
ediyorlar. Şişlik yanında huzursuzluğum
ve ağlamalarım artmış. Ağzımı açamaz hale geliyorum. Beni hemen doktora
götürüyorlar. Durumun ciddiyetini gören doktor beni Diyarbakır’a sevk ediyor.
Diyarbakır’da doktorlar değerlendirdikten sonra müdahalenin Ankara şartlarında
olacağını söyleyerek beni Ankara’ya sevk ediyorlar.
Ankara’da ailem Prof. Dr. Cihat Borçbakan Hocaya ulaşıyor. Ameliyat ediliyorum. Çene kemiğinde çürümüş kısımlar kürete ediliyor. Sonraki süreçte birkaç ayda bir çenemde bir şişlik belirirken ağzımı açmakta zorlandığımı, yemek yiyemediğimi hatırlıyorum. Çene kemiğimde oluşan osteomiyelit, tedavi sürecinin uzamasına sebep olmuş. Tedavi sürecinde bazen sabah ve aksam, bazen günde 3 bazen de 4 sefer iğne olurdum. Çok net hatırlıyorum, tedavi süresince sürekli eritromisin grubu ilaç kullandığımdan ilaç kutusundaki şirketin a harfi aklımdan çıkmadı. Bu rahatsızlık sürecimde ister istemez hekimlere ve hekimliğe karşı ilgimin oluşmasını sağladı. O yıllarda çevremdekilere doktor olacağımı söylerdim ve sonunda doktor oldum.
“Abimin kitaplarını
okurdum. İngilizcem ileri seviyedeydi. Hazırlık sınıfı muafiyet sınavlarını
kolay geçtim”
İlk ve orta öğrenimimi Mardin’de tamamladım. Lise son sınıfa
geçtiğimizde sistem değişikliğine gidilerek fen kolu Matematik ve FKB alt
dallarına ayrılmıştı. Okuduğumuz lise deneme liselerinden biri olarak
seçilmişti. Matematik kolunu seçenler ve mezun olanlar istedikleri bölüme
gidebiliyorlardı. Hedefimde tıp fakültesi olduğundan matematik bölümünü
seçtim. Hedefim her zaman tıp olmasına
rağmen arada mimarlığa ilgim olduğunu da hatırlıyorum. Liseyi 1976 yılında
birincilikle bitirdim. O yıllarda Hacettepe önde gelen tıp fakülteleri içinde
başı çekiyordu. Hacettepe’ye ilk 100 içinde, iyi bir puanla girdim.
Hacettepe’de hazırlık sınıfını atlamak için dil sınavını da
vermek gerekiyordu. İngilizcem iyi olduğu için benim açımdan sorun olmadı. Ben
lisede okurken abim İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda okuyordu, abimin kitaplarını
okurdum. Liseden mezun olduğumda akranlarıma göre İngilizcem ileri seviyedeydi.
Hazırlık sınıfı muafiyet sınavları iki aşamalı ve ağır olmasına rağmen
kolaylıkla geçerek öğretime doğrudan 1. sınıfta başladım. Hacettepe bizi çok
iyi eğitiyor ve çok şey katıyordu. O dönemlerde tıp tarihimizde iz bırakmış bazı
hocalarımızdan dersler aldık.
1982 yılında tıp fakültesinden mezun oldum. 82 yılı
tıbbiyeliler için önemli bir yıldı, çünkü mecburi hizmet düzenlemesi 81 yılı
Ağustos ayında başlatıldı. 82 yılı mezunları kitle halinde mecburi hizmete
giden ilk mezunlar idi.
Üniversite öğrenimi boyunca çok değerli hocalarımızdan
dersler aldık. Örneğin sosyalizasyon denilince ilk akla gelen Prof. Dr. Nusret
Fişek hocamızdı. Halk sağlığı ve sosyalizasyon Hacettepe Tıp’ın çok önemli
programları arasında yer alıyordu. Ama açıkçası benim geleceğimi şekillendiren programlarımın
arasında sağlık ocağı hekimliği yoktu. Araştırmacı olmayı kariyerimde
ilerlemeyi planlıyordum.
Hacettepe’de okuduğumuz yıllarda 3. sınıfta bazı stajlar
için hastaneye alınmaya başlıyorduk, 4. sınıftan sonra ise tamamen hastaneye
geçiyorduk. Hacettepe çok disiplinli bir okuldu. Stajlarda günde iki defa yoklama
yapılırdı. Staj süresince görev yerinizden ayrılamazdınız. Öğrenciler
derslerini aksattıklarında hesap vermek zorundaydılar. Öyle ki 1- 2 saat
izinsiz bankaya para çekmeye gitseniz yok yazılırdınız. Hacettepe’de özellikle pratikte çok iyi
yetiştiriliyorduk. Hastanede olduğumuz sürede acil servise sık sık
giderdik. Acil servisteki abilerimiz,
ablalarımız bizlerle iyi ilgileniyordu. Zira acil servisin yoğunluğunda onlara
da yardımımız dokunmuş oluyordu.
“Daha stajımın ilk ayı
dolmadan bir çok doğum yaptırmıştım”
4. sınıfta dört temel branşta (dahiliye, pediatri, genel cerrahi,
kadın hastalıkları ve doğum) staj alıyorduk. Bizim gruba 4. sınıfa başlarken
ilk olarak kadın hastalıkları ve doğum stajı denk gelmişti. Hacettepe’nin hemen
arkasında Hamamönü’ne bir çıkış var. Hamamönü’nde o zamanlar adı Ankara Büyük
Doğumevi olan sonrasında Dr. Zekai Tahir Burak adı verilen hastane vardı. Adı
gibi büyük bir doğumeviydi. Türkiye’nin her tarafından hasta gelirdi. Hastalar adeta
yağmur gibi yağardı. Hastanede büyük yoğunlukta asistan abi ve ablalarımız
vardı. İstekli öğrenciyi gördüklerinde asistanlar adeta üzerine titrer,
öğretmek için elinden gelen desteği verirlerdi. Daha stajımın ilk ayını
doldurmadan bir çok doğum yaptırdım.
Doğum yaptırabilmenin ve olaya hakim olabilmenin verdiği
özgüven ile Ankara Tıp hocalarından Prof. Dr. Ali Bey’in kadın doğum ile ilgili
kitabını (ki oldukça kalın bir kitaptı) iki ay içinde okudum bütün manevraları yani
doğum yöntemlerini öğrendim. O süreçte kadın hastalıkları ve doğum uzmanı
olmaya çok heveslenmiştim. Bu stajın bana çok katkısı oldu, cerrahi işlemler (epizyotomi)
dahi yapma şansım olmuştu. Daha sonra diğer stajları aldıkça kadın hastalıkları
ve doğum uzmanlığına olan ilgim azaldı. 4. sınıftan 5. sınıfa geçince de göz hastalıkları
uzmanlığına karar verdim.
Tıp bilimi çok zengin, Namık Kemal Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nin kurucu dekanlığını yaptığım dönemde 44 ana bilim dalı var iken
şimdi 50’nin üzerinde anabilim dalı var.
“Hacettepe’nin en iyi
olduğu alanlardan biri de pediatri”
1982’de mezun olmamın üzerinden oldukça uzun bir süre
geçmesine rağmen pediatri hocamız Şinasi Özsoylu’yu hiç unutamıyorum. Hacettepe’nin
o yıllarda en iyi olduğu alanlardan biri de pediatri idi. O zamanlar 4. sınıfta
stajdayken ve 6. sınıfta intörn doktor iken adeta asistan gibi
çalıştırılıyorduk. Şinasi hocamız tam bir kitap kurduydu, kütüphaneden
çıkmazdı. Toplantılara geciktiğini hiç görmedim. Çok kibar bir akademisyendi. O
yıllarda Şinasi hocamı rol model olarak görmüştüm. Oftalmoloji hocalarımızdan
Tanju Fırat, Ali Şefik Sanaç, Murat İrkeç benim en sık ziyaret ettiğim
hocalardı. Prof. Tanju Fırat çok iyi ve üretken bir yazardı. Özellikle teorik
oftalmoloji konusunda keskin bir zekâya sahipti. Tanju hocamızdan
etkilenmiştik. Yine o dönemde oftalmolojide yurtdışına eğitim için giden
abilerimiz sağ olsunlar bizlerle çok fazla ilgilenirlerdi.
“Mehmet Haberal hocanın
ders anlatışını çok severdim”
Hocalar çalışan, çok soru soran öğrencileri severdi. Bizimle
ilgilenir, kitaplar verirlerdi. 5. sınıfta özellikle “yanık” konusunda eğitim
veren Mehmet Haberal hocamız Amerika’dan yeni dönmüştü. Mehmet hocamız
fakültede yanık ünitesi ve organ nakil merkezini kurmuştu. Mehmet Haberal
ürolog olmamasına rağmen o dönemlerde çok sayıda böbrek nakli yapan ve bunu
Türkiye’de gündeme taşıyan bir isimdi.
Mehmet hoca sosyal çevresini çok iyi kullanırdı. Diyanet
işleri başkanlığından organ nakli konusunda adeta yönetmelik gibi bir fetva
çıkartmıştı. Gülümsemez, çok ciddi ders anlatırdı. Dersinin sonunda “soru var
mı?” diye tekrar tekrar sorardı. Dersi o kadar iyi anlatırdı ki sonunda soru
çıkmazdı. Soru olmayınca da ya hiç anlamadınız ya da hepsini anladınız diyordu.
Aslında mesajı sonradan aldık, hocamız bizimle konuşmak, sohbet etmek istiyordu
belki de. Ondan sonra dersi çok iyi anlasak da sorular soruyorduk. Hoşuna
gidiyordu ve o zaman gülümsüyordu.
Yanık tedavisini Mehmet hocamdan öğrendim ve o bilgiyle çok
ciddi yanığı olan iki yeğenimi tedavi ettim ve hiçbir yara izi kalmadı. Haberal
hocanın ders anlatışını çok severdim. Tane tane ders anlatırdı. Mehmet Haberal
hocamızda benim için iyi bir rol model oldu.
“Müziğe olan ilgimi
babama borçluyum”
Mardin müzik açısından çok zengindir, etnik müzik için de
çok zengin bir yöredir. Müziğe olan ilgim çocukluk yıllarımdan geliyor, müziğe
ilgimi babama borçluyum. Evde babam mutlaka teyp bulundururdu. Teybimiz Alman
Grundig markaydı. Bizim çocukluğumuzda herhalde Mardin’de saysanız 50-60 evde
teyp vardı. O dönemlerde radyo bile her evde bulunmazdı. Dolayısıyla babamın
sürekli müzikle ve müzik insanlarına yakınlığı, çeşitli saz üstatlarının
evimize gelmesi ve saatler süren müzik yapmaları bizi etkilerdi.
Bizim teyplerimizin şeritleri vardı. O zamanlar adı kaset
değildi, şerit ya da bant denirdi. Yaklaşık
20 civarında bant vardı evde. Yarıya yakını yerel etnik müzik ve Arapça’dan
oluşuyordu. Mardin’in zengin kültürel yapısı müziğine de yansımıştı. Düğünlere gittiğinizde Kürtçe müziğini de
Süryani Müziğini de dinleme şansınız oluyordu. Son derece ünlü Arap sanatçı
Ümmü Gülsüm gibi sanatçıların bantlarının yanında Zeki Müren’in iki büyük
şeriti ve Münir Nurettin’in kayıtları vardı. Bunları dinleye dinleye büyüdük.
Babam engin bir müzik zevkine sahipti. Aynı zamanda iki tane
de hafif müzik bandımız vardı; Aranjman 1 ve 2. İçlerinde Fransızca ve
İngilizce eserler de vardı. Dolayısıyla hemen hemen her türde müziği dinlemiş
ve müzik kulağı ile yetişmiş olduk. Bizim ailede iyi bir müzik eğilimi vardı. Benim
9 yaş büyüğüm sonradan kaybettiğimiz abim Ankara’da Kara Harp Okulu’nda okurken
Sadi Hoşses’ten ders alırdı. Sadi Hoşses’ten aldığı ders notlarını getirip bize
bırakıyordu, biz de onları okuyorduk.
“Tıp fakültesi
tercihimde Hacettepe’yi seçmemde korosunun olması etkiliydi”
Müziğe ilgim oldukça büyüktü. Tıp fakültesi tercihimde
Hacettepe’yi seçmemde korosunun olması etkili oldu diyebilirim. Sevgili Kanuni Gültekin
Aydoğdu ve Udi Bülent Ulusoy hocalarımız Türk Müziği Korosu’nu kurmuşlardı.
Gültekin Hocamızın oğlu Tahir Aydoğdu ile beraber aynı koroda eğitim aldık ve
beraber koroda yer aldık. Tahir Aydoğdu da babasının izinden giderek iyi bir kanun
üstadı oldu. Türk Müziği Korosu o kadar ciddi ve disiplinliydi ki, ilk bir yıl
tamamen teorik ders görürdünüz. İlk bir yılda dersleri görüp imtihanı vermeden
konsere çıkamıyordunuz. Adeta
konservatuar gibiydi. Tıp fakültesine kayıt olduğum gün hemen koroya kayıt
başvurusu yapmıştım.
Her cumartesi ve konser olduğu zamanlarda hafta içi bir gün
daha ders veriliyordu. Çoğunlukla hocalarımız uygun olmadığında TRT Ankara
radyosundan sanatçılardan dersler alıyorduk. Gültekin hoca konserlerde en az
2-3 tane ağır semai söyletirdi. Klasik şarkılar icra ederdik. Dolayısıyla
Gültekin Hocamızı unutamam.
“İhtisas için geldiğim
İstanbul’da müzik eğitimi için imkânlarım da artmıştı”
1975 yılında Nevzat Atlığ hocanın başını çektiği grup
İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nı
kurmuştu. Konservatuar o zamanlar Nişantaşı’ndaydı. Benim evimde
Pangaltı’daydı. Mezun olduktan sonra İstanbul’da ihtisasa başladığımda boş
zamanlarımda muhakkak müzik derslerine gidiyordum. Tülin Yakarçelik hocamız sağ
olsun beni çok severdi. Tülin Yakarçelik ve Selahattin İçli hocanın derslerine
dinleyici olarak katılırdım. Mutlu Torun
Hoca’dan ayrıca ud dersleri aldım. Şerif İçli’nin yeğeni olan Dr. Selahattin İçli’den,
Dr. Alaeddin Yavaşça’dan ve Dr. Nevzat Atlığ’dan dersler aldım. Vedat
Çetinkaya’dan ders aldım. Böyle güçlü
isimlerden teorik eğitim alınca müzik altyapım güçlendi. Daha sonra sesimin
genişliği konusunda bir şeyler yapmam gerektiğini, çok tiz sesleri layıkıyla çıkaramadığımı
fark ettim. Bu konuda mutlaka eğitim almam gerektiğini düşündüm. Bu konuda batı müziği hocalarının eğitim
verdiğini öğrendim. Bu amaçla İstanbul Devlet Operası’nda tenor olan Coşkun
Nehir hocadan ders aldım. Aldığım dersler çok yararlı oldu. Sesim hem tiz hem
de pest taraftan genişlemiş oldu. Mutlu Torun hocadan da ud dersleri almama
rağmen halen iyi bir udiyim diyemem.
“Kornea çapını öğrenmek
isteyen hasta; “Bu benim hakkım değil mi?” sorusuyla Tıp Etiği yolculuğumu
başlattı
Ben göz hastalıkları konusunda doçentliğimi aldıktan sonra bir
gün muayenehanede genç bir hastam kornea çapıyla ilgili teknik detayları
öğrenmek istedi. Kornea çapını öğrenmek istemesine anlam vermemiştim, bunu
bilmesinin hastaya ne gibi bir faydası olacaktı? Üstelik kornea çapının yatay
veya dikey oluşuyla ya da ifade ediliş biçimiyle değişken rakamlar söz
konusuydu. Değerleri vermek istesem de en azından dörder değer vermem
gerekiyordu. Dört değer ve hepsi birbirinden farklı, üstelik virgülden sonra en
az iki ondalıklı değeri hasta ne yapacaktı? Dolayısıyla çok önemsememiştim. Ben
de “ne anlayacaksın bu aritmetik rakamlarından?” diye sorunca “bunu öğrenmek
benim hakkım değil mi?” diye karşı soru yöneltti. “Hak” kelimesi beni çok
etkiledi. Sonradan bu olayı İstanbul Tıp Fakültesi’nin Tıp Tarihi ve Etik
hocası Prof. Arslan Terzioğlu’ya sordum. Hastanın kendisiyle ilgili bilgileri
talep etmesinin hakkı olduğunu öğrendim. Çok mahcup olduğumu hatırlıyorum. Tıp
okumuşum, doçent olmuşum ama hasta hakkı konusunda eksikliğim olduğunu fark
ettim. Aslına bakarsanız tüm meslektaşlarımızda eksiklik olduğunu düşünüyorum.
Çünkü bu konuda yeterli eğitim almıyoruz. Bende bu olaydan sonra tıp tarihi ve etiği
konusunda ilgi oluştu. Bu konuda seminerlere katıldım, kitaplar okudum, Tıp
Tarihi ve Etik Anabilim Dalına sık sık ziyaretler gerçekleştirdim.
İlgimi gören hocamız doktora yapmamı önerdi. Tereddüt edince
bana göz hastalıkları ayrı, tıp tarihi ve etik ayrı, neden düşünüyorsun dedi.
Söyledikleri mantıklı geldi. Aldığım bu motivasyon ile Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nün
sekreterine gittim. Benimle çok ilgilendiler, çok etkilendiğimi söylemeliyim.
Ben de bir öğrenci gibi ALES sınavına girdim. Sınava girerken hem ben hem de
çevremdekiler çok şaşırmışlardı. Çünkü sınava girenlerin çoğu yeni üniversiteyi
bitirmiş veya son sınıftaki gençlerdi. Sınavları geçtikten sonra 4 yıl doktora
yaptım. Çok tatmin edici bir dönemdi. Tüm meslektaşlarıma öneririm, uzmanlık
dışında imkânları varsa mutlaka bir doktora yapmalılar. Doktora yapmanın tadı
bir başka ve tıpta uzmanlık yapmaktan farklı. Yaptığım tezi daha sonra kitaba
dönüştürdüm. Son derece güzel oldu.
“Başardım kelimesinin
karşılığı, öğrencinize bilgiyi aktarabilmek, deneyimlerinizi paylaşabilmektir.”
Başarı için birkaç şeyi yapmanız gerekiyor. Birincisi hastayı
iyi tedavi etmek, ikincisi iyi ameliyat yapabilmek, üçüncüsü öğrencilerinize
bildiklerinizi aktarabilmek, dördüncüsü asistan yetiştirebilmek. Bu bize başarı
için dört kapı açıyor.
Cerrah olduğumuz için dâhili branşlardan farklı olarak tıbbi
tedavinin yanında cerrahi müdahalede de bulunuyoruz. Bilimsel bir gerçek olarak
her hastayı tedavi etme şansımız olmasa da tedaviyi başardığınız zaman
yaşadığınız o hazzı, o keyfi hissetmenin kelime karşılığını veremiyorum. Müthiş bir huzur veriyor. Öğrencilere bir şeyi
aktarabilmeyi görev olarak addediyorum.
Asistanlara ve öğrencilere deneyim aktarmak hocanın görevi ve
sorumluluğudur. Eğer yapmıyorsa hocalık vasfını yerine getirmiyor demektir.
Bunu bir üst mekanizmanın takip edip değerlendirmesi gerekiyor. Dolayısıyla o bilgiyi
aktarabilmek, öğrencinizle deneyimlerinizi paylaşabilmek “başardım” kelimesini
karşılıyor. Verdiğim eğitimlerde kullandığım sunumun ilk ve son slaytı aynıdır.
Başlarken eğitimde neler vereceğimi söylüyor, bitirirken de verdiklerimi alıp
almadıklarını kontrol ediyorum. Öğrencilerim de ben de keyif alıyoruz.
“Hekimlik, ‘özveri’ üzerine
kurulu”
37 yıllık bir hekimlik deneyimi ve 6 yıllık eğitim dönemiyle
birlikte 43 yıldır hekimlik ile haşır neşirliğimiz var. Aslında, söyleyecek çok şeyim var, ama
meslektaşlarımıza şunu ifade etmek isterim: öncelikle tabipliğin özveri üzerine
kurulu olduğunu kabul etmeliler. Tabip önce kendinden vermek zorunda; yani,
hastaya mesaisinden vermek zorunda, maalesef ailesine ayıracağı zamandan vermek
zorunda, kendine ayıracağı zamandan vermek zorunda. Bunu kabul edemiyorsa,
mümkün olan en erken zamanda bu alandan başka bir alana geçmesinde fayda var. Çünkü
keyif alamaz ve keyif alamadığı işte de başarılı olamaz.
Kısacası “özveri”yi göze alamıyorsanız, yol yakınken dönün,
ne hasta ne de siz eziyet çekin. Tıp fakültesini kazanan birinin zekâ seviyesi
oldukça yüksektir. Pekâlâ bir başka meslekte de başarılı olabilir. Tababette
öncelikli amaç para olmamalı; sağlığı yöneten kâr amacı güden şirketlere dikkat
etmeliyiz. Hizmet verirken kendimizi hayatta tek gayesi para kazanmak olan
şirketlere kullandırtmayalım. Araştırmalarımızı sponsor olanlar için değil,
insanlar için yaptığımızı unutmayalım.
Sağlık tröstlerinin elemanı olmayalım.
Tıp fakültesini düşünecek gençlerimiz, bu söylediklerimi
değerlendirerek bu mesleği seçsinler veya vazgeçsinler. Hekimlik sevmeden ve
kendinden fedakârlıkta bulunmadan yapılacak ve başarılı olunacak bir meslek
değildir. Tıpta hem bilim, hem de sanat var. Çok keyif alınır ama sizden de çok
şey alır, bunu bilin lütfen.
Prof. Dr. Kadircan
Keskinbora
Göz Hastalıkları Uzmanı
Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı
- Kaynak:
- Kategori:SAĞLIKTA FARK YARATANLAR