Sağlıkta Fark Yaratanlar:
Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur

  • 13/09/2019

Sağlıkta Fark Yaratanlar: <br>Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur

Okumayı ve araştırmayı çok seven bir bilim adamı olan, öğrenci ve meslektaşlarına kişiliği ve bilim insanlığıyla her zaman örnek olan Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, başarılarla dolu hayat hikâyesini Doktorclub Health40 platformunda okurlarımızla paylaştı.

“Osmanlı’da eğitimli ve önemli görevler alan bir aile iken köy hayatına dönüş”

1955 yılında Elâzığ ili, Ağın ilçesi, Saraycık köyü, Konak mezrasında dünyaya geldim. Nüfustaki yaşım ile gerçek yaşım arasında 9 aylık bir gecikme var; çünkü köy yaşamı zor ve kış aylarında ilçeye ulaşım sorunu olduğundan babam doğar doğmaz nüfus kaydımı yaptıramamış. Eskiden köylerde doğan çocukların doğum tarihlerinin kurşun kalemle Kur’an’ın en arka sayfasına yazıldığı bir adet varmış. Benimki de yazılmış aslında, ama doğum tarihimin yazıldığı Kur’an başka birisine hediye edilmiş. Bu yüzden tam doğum tarihim belli değil, muhtemelen Aralık 1954. Nüfus cüzdanımda ise 25.09.1955 yazıyor. Bu sadece bize has değil, aynı nedenlerden (ulaşım, ekonomik nedenlerden dolayı uzak yerleşim yerlerine gidememe) dolayı Anadolu’da özellikle kırsal bölgelerde 1950’li yıllar ve öncesinde doğanların doğum tarihleri pek belli değildir. Kesin doğum tarihinin ne zaman olduğunun ayrıntılı bilinmesi gerekecek kadar önemli birisi değilim. Ama bu meselenin çok uzak olmayan bir tarihte Anadolu’nun durumunu anlatmak için önemli olduğunu düşünüyorum. Biz köy-kasaba kökenli bir aileyiz. Büyüklerimizden dinlediklerimize göre, dedelerimiz ve onlardan önceki nesiller arasında birçok kişi devlet hizmetinde imiş. Özellikle bilinen Osmanlı dönemlerinde farklı okullarda eğitim görüp önemli yerlere gelmiş büyüklerimiz varmış. Ancak 1. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve sonrasında ailenin ekonomik ve sosyal durumu bozulmuş, tamamen köy-kasaba hayatına dönülmüş. Dedemden itibaren tekrar eğitim ağırlık kazanmaya ve dolayısıyla da büyük şehirlere göçler başlamış. Dedem aydın bir öğretmenmiş; Ağın’da ilk voleybol sahasını kurmuş, müziğe ilgi duyar, keman çalarmış, çok iyi Fransızca konuşurmuş. Anlattığım dönem Cumhuriyet’in ilk yılları olup özellikle Anadolu’daki ekonomik şartların zorluğunun olduğu yıllardır. Dedem öğretmenlik yaparken ayakkabısı ve elbisesi olmayan öğrenciler varmış ve dedem maaşının çok önemli bir kısmını onlara elbise, ayakkabı almaya harcarmış. Maaş günleri eve gelirken, babaannem dedeme Fahri Bey herhalde maaşının büyük kısmını çocuklara harcamışsındır değil mi? diye serzenişte bulunursa da bu konuda dedeme destek olurmuş. Genç yaşta tüberkülozdan vefat etmiş, mekânı cennet olsun. Dedemin ismini bana vermişler. Köydeki imkânların kısıtlılığı ve köy hayatının gelecek için ümit vermemesi nedeniyle, babam köyü terk etmiş ve memur olmuş. Babam memuriyet hayatını yine Elazığ-Malatya çevresinde geçirdi.  Ben de ilk ve ortaokulu (1-2 yılı başka ilçede olmak üzere) o yıllarda babamın görev yeri olan Bingöl’ün Genç ilçesinde 1969 yılında bitirdim. Babam babasını erken yaşta kaybetmiş, ortaokul tahsili için Ankara’ya Dil Tarih ve Coğrafya fakültesinde okuyan amcasının yanına gelmiş; hatta orada Atatürk’ün cenazesine katıldığını hep anlatır. Sonra ailevi sebeplerden dolayı eğitimini yarıda keserek geri dönmek zorunda kalmış. Babam iyi bir eğitim almasa da kendini yetiştirmiş aydın bir insandır (halen 96 yaşında). O yılları iyi hatırlarım, babam bizimle çok ilgilenir, sürekli bizi çalışmaya öğrenmeye sevk edici bir davranış sergiler, başarılarımızı sakız, çikolata, naylon futbol topu veya takdirname hediyesi olarak naylon ayakkabı gibi şeylerle ödüllendirirdi. Okulumuza gelir, öğretmenlerimizle görüşür, eksikliklerimiz varsa telafi etmeye çalışırdı.

Okuduğumuz dönemdeki öğretmenlerin unutulmayacak çok önemli özellikleri vardı. Ortaokul yıllarımda özellikle Türkiye’nin batı illerinden gelen öğretmenler vardı. Öğretmenlerimiz hem toplumun kalkınmasına hem de bizlerin eğitimine önemli katkı vermişlerdir. Okulda halka yönelik kültürel toplantılar, tiyatrolar ve törenler düzenlenirdi. Hiç unutmam Cevat Fehmi Başkut’un yazdığı ‘Sana Rey Veriyorum’ adlı tiyatro eserinde oynamıştım. O dönemdeki öğretmenlerimiz mesleklerine çok önem veren, işlerini ibadet ediyormuş gibi yapan insanlardı. Bizlere yürüdüğümüz yolda ışık olmuşlardır. Hiç unutmam ilkokul 1. sınıf öğretmenim rahmetli Naci Bey, evimize gelip bana ders çalıştırırdı; kendisi babamın arkadaşıydı ve bir eksiğim olup olmadığını yakından incelerdi. O dönemler çok çalışıyordum. Öğrenme merakım ve çalışma arzum o kadar fazlaydı ki yıldızlar, ağaçlar, çiçekler, dağlar, tarihi olaylar, dağlar başta olmak üzere çevremdeki olaylar ilgimi çekiyordu ve bu konularla ilgili ne bulsam okuyordum. Belki de hocalarım bu özelliklerimden dolayı üzerime düşüyorlardı.

“Çocuğunuz buralarda heder olabilir. Ben Kayseri’ye döneceğim, sen çocuğu bana ver ben orada okutayım”

Babam bizim kahvehaneye gitme alışkanlığımız olmasın diye eve tavla almıştı ve evde tavla oynardık. Anadolu’da kasabalarda şehir kulüpleri vardı. Buralarda kasabanın ileri gelenleri ve resmi görevliler akşam saatlerinde buluşur sohbet ederlerdi. Birlikte ‘ajans’ dinlenirdi. Kasabanın sorunları, politik meseleler tartışılırdı. Şehir kulüplerine hem kasabanın yerlileri hem de devlet erkânı gelir güzel bir kaynaşma olurdu. Kayserili Şaban Onbaşı adında babamın yakın arkadaşı bir kimya hocamız vardı. Şaban Bey benim derslerimle çok ilgilenirdi. Bir kış günü şehir kulübünde babamla tavla oynadıktan sonra evlerine gitmek üzere ayrılırlarken, Şaban hocam babama ‘Selahattin Bey darılmazsanız size bir şey söylemek istiyorum’ demiş. Babam ‘’darılacak bir şey yok sen benim en yakın arkadaşlarımdan birisisin, mutlaka güzel bir şey söyleyeceksindir” demiş. Bunun üzerine Şaban Bey, “biliyorsunuz Fahrettin çalışkan bir çocuk. Benim de tayinim Kayseri’ye çıktı. Sizin çocuğunuz buralarda heder olabilir. Ben Kayseri’ye döneceğim, orada okul şartları daha iyi, sen çocuğu bize ver, annemle kalır, Kayseri’de okusun” demiş. Babam çok duygulanmış, gözleri yaşarmış. Ama teşekkür ederek teklifini kabul etmemiş. Madem Fahrettin ile ilgili böyle bir düşünceniz var, biz elimizden gelen maddi ve manevi desteği vererek gerekli eğitimi almasını sağlarız, ihtiyaç olursa sizi ararız demiş.  Düşünebiliyor musunuz, Anadolu’nun küçük bir kasabasında bir öğretmen, gelecek vadeden bir öğrenci görüyor ve onun ekonomik külfetini karşılayarak, daha iyi bir eğitim alması için Kayseri’ye götürme teklifinde bulunuyor. Türkiye bugün pek çok alanda gelişmiştir ve bunun temelinde özellikle eski kuşak öğretmenlerinin büyük rolü vardır.

Babaannemin de eğitimimde önemli rolü vardır. Alaylı eğitim almıştı, eski ve yeni harflerle çok güzel yazar ve okurdu. Babaannem ile aynı odada kalırdık. O dönemlerde çocukların terbiyesi ile evin büyükleri ilgilenirlerdi. Her gün sabah erkenden kalkar, namaz kılar sonra birkaç saat kitap okurdu. Sonradan bunların eski Osmanlı klasikleri olduğunu öğrendim. Babaannem beni çok etkilemiştir. Ortaokulun küçük ama güzel bir kütüphanesi vardı, özellikle yaz tatillerinde kütüphanede yoğun bir şekilde doğu ve batı klasiklerini okumaya başladım. Bu kitapların büyük bir kısmı Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Türkçe’ye tercüme edilen eserlerdi. Bu okumalar bende bilgi edinme yanında ciddi bir kültürel birikime de neden olmuştur. Okuduğum eserler insanı ve evreni tanıma konusunda ufkumu açtı. O zamandan beri hep okurum. Mutlaka elimin altında aynı anda bir şiir, bir roman ve bir belgesel, bilim tarihi ya da hatıra kitabı bulundururum. Aile çevremizde iyi eğitimli yakınlarımız ve dostlarımız vardı. Sıklıkla aile toplantıları olur ve siyasi, kültürel, sosyal konularda konuşulurdu. Çok farklı konularda eserler okudum. Bilimle, dinle, biyoloji ile ilgili kitaplar, farklı ideolojik yazılar okuyordum. Okuma ve okuduklarım üzerinde düşünüp tartışma bana hayata daha geniş açılardan bakabilme imkânı sağlamıştır.

Ortaokul 3. sınıftan sonra babam Elazığ’a tayin oldu. Ben de liseyi Elazığ’da Atatürk lisesinde okudum ve birincilikle bitirdim. Boş zamanlarımda sporla ilgilenir, futbol oynardım. Ekonomik durumumuz çok iyi değildi ama köyden yardım gelirdi. Ailem beslenmemize çok dikkat ederdi. Yoksa memur maaşıyla 5 çocuk okutmak bir memur için çok zordu. Üstelik evimiz kiraydı. Gerçi zengin de olsanız fark etmiyordu, Anadolu’da ortalama bir hayat tarzı ve standardı vardı. Ailem istediğimiz kitapları alabiliyor, evimize düzenli gazete ve dergiler geliyordu. Babam, sanat ve kültür yönünden bizim gelişmemize özen gösterdi. Harput kültürünü aşılamak için çok gayret ettiğini şimdi daha iyi hatırlıyorum. Elazığ musiki geleneği olan bir şehirdi, bunun kökeni de Harput’a dayanıyordu. Harput eskiden ipek yolu üzerinde bulunan çok önemli bir kültür merkeziydi. Babam Harput-Elazığ yöresine ait şarkı, türkü ve uzun havaları çok güzel söylerdi. Bizim de yerel kültürü öğrenmemiz içinde çok çaba gösterdi. Kardeşlerim ve beni Elazığ yöresi oyunlarını öğrenmemiz için kurslara yollardı. Çayda çıra, delilo ve halay gibi oyunları çok güzel öğrenmiştim. Ağır halay ve dik halay olağanüstü güzel oyunlardır. Bugün tören vs. olursa ayak uydurabiliyorum.

“Başlangıçta tıp fakültesine gitmemek için sürekli bahaneler uyduruyordum, babama ölüden korktuğumu bile söyledim.”

Liseyi bitirdikten sonra hangi fakülteye gideceğimi bilmiyordum. Her çocuk gibi uçmayı düşünerek pilot olmak istiyor ve pilot olmak için uçak mühendisliği okuyacağımı sanıyordum.

Meslek seçimimde de ekonomik kaygılar baş gösteriyordu. Babam bunları görerek benim hekim olmamı ve tıp fakültesine gitmemi isterken ben istemiyordum. Doğal olarak babama çok da karşı gelemiyordum. Ama hekim olmayı tercih etmediğimi de söyledim. Hekimlik o zamanlar çok değerli bir meslekti, özellikle ekonomik bakımdan en çok tercih edilen meslekler arasındaydı. Babamın ve annemin de ısrarı ile tıp fakültesine gitmeme karar verildi. Başlangıçta tıp fakültesine gitmemek için sürekli bahaneler uyduruyordum, hatta bir gün babama, baba ben ölüden korkuyorum dedim. Babam ise oğlum, ölüden korkma, ölüden zarar gelmez, diriden kork demiştir.

Eskiden liseden ilk üçte mezun olan öğrencileri Hacettepe Üniversitesi doğrudan alıyordu. Benim sınav puanım iyi olduğu için üniversiteye puanla girdim. Benim yerime puanla giremeyen başka bir lise birincisi kaydını yaptırdı. Çok güzel bir sistemdi. O zamanlar eğitim şartları dengesizdi. İstanbul’da İngilizce, Almanca veya Fransızca eğitim veren bir lise ile Anadolu’nun ücra köşesinde eğitim veren lisenin eğitim kalitesi arasında çok fark vardı. Elazığ’da lisede okurken öğretmen açığından dolayı bazı derslerimize aslında öğretmen olmayan ve başka kurumlarda çalışan mühendis kökenli insanlar da gelirdi. Çok profesyonel eğitimcilerle yetişmedik. Bu durumu öğretmenlerimizin gayretleriyle çok çalışarak kapattık.

Sonuçta babamı kıramayıp 1972-1973 döneminde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başladım. Politik bir dönemdi. Tıp eğitimi ağır bir eğitimdir ama yine de sosyal ve kültürel hayat ile de ilgilendim. Ankara’nın imkânlarından faydalanmaya ve olabildiğince sinemaya, tiyatroya gitmeye çalıştım. Bu benim için ayrı bir kazanç oldu. Bu dönemde fırsat buldukça ideolojik eserler de okudum. Dolayısıyla tıp fakültesi yıllarım aynı zamanda benim kültürel olarak olgunlaşma dönemim olarak değerlendirilebilir. Tıp fakültesini bitirdikten sonra Elazığ-Baskil ilçesine tayinim çıktı. İç hastalıkları uzmanı olmak istiyordum ve çalışmaya başlamıştım. İç hastalıkları ihtisasımı İstanbul’da veya Ankara’da yapmak istiyordum. Çok kısa bir müddet sonra yakın bir arkadaşım arayarak Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne asistan alınacağını haber verdi ben de diğer fakültelerin imtihanlarını beklemeden Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları için ilan edilen imtihana girdim, kazandım ve 1980 yılında asistanlık görevine başladım.  Aynı yıl Kemaliye (Eğin)’den Fazilet hanımla evlendim. Fazilet hanım akademik hayatımda çok önemli rol oynamış ve büyük fedakârlıkta bulunmuştur. Beş çocuğumuzun annesi olması yanında onların yetişmesi ve eğitimini de büyük ölçüde üstlenmiştir. Geleneksel aile kültürümüzün çocuklarımıza aktarılması konusuna özel gayret göstermiştir. Beni akademik çalışmalarım konusunda sürekli teşvik etmiştir. Kendisine minnet ve teşekkür borçluyum.

Asistanlık ve evlilik hayatım aynı zamanlarda Kayseri’de başlamış oldu. Kayseri çok güzel ve yaşanabilir kadim bir Selçuk şehridir. Ne çok gelişmiş şehirlerin sıkıntıları ne de gelişmemiş yerlerin mahrumiyetleri vardır. Erciyes Üniversitesi yeni kurulmuş bir üniversite, hocalarımızın çoğu Hacettepe Üniversitesi başta olmak üzere farklı üniversitelerden gelmiş ve çok heyecanlılardı. Aralarında Prof. Dr. Ahmet Hulisi Köker hoca gibi Kayseri’nin yerlisi olan ve memleketine doğduğu topraklara hizmet etmek için gelmiş değerli hocalarımız vardı. Herkes elbirliğiyle, üniversiteyi kalkındırmaya çalışıyordu. Böyle bir ortamda iç hastalıkları ihtisası yaptım. Hüseyin Sipahioğlu o zamanlar rektördü, dekanlarımız çok kıymetli insanlardı. İç hastalıklarında Amerika’dan yeni dönen Prof. Dr. Servet Çetin, yine Hacettepe kökenli Prof. Dr. Mustafa Özesmi başta olmak üzere, adlarını sayamadığım çok değerli hocalarımız iyi bir iç hastalıkları kliniği kurmuşlardı. Böyle bir ortamda iyi bir eğitim aldım. Bu dönemde hocalarımın teşviki ile akademik hayatı düşünür oldum. İleri görüşlü hocalarımız bizleri akademik hayata alıştırıyorlardı, asistan iken bizi toplantılara götürerek sunum yapmamızı sağladılar. Asistanlık dönemlerimizde makale yazmaya başladık.

Benim önemli bir problemim de yabancı dildi, akademik süreçte ciddi bir engel olarak karşıma çıkmıştı. Anadolu’da normal liselerde iyi bir İngilizce dil eğitimi yoktu. Beni de ne hikmetse lisede Fransızca’ya vermişlerdi. O zamanlar Fransızca ve Almanca çok popülerdi. Hacettepe’de de bir yıl Fransızca okudum. İngilizce bilmiyordum, Hacettepe ise İngilizce ağırlıklı bir okuldu. Sonra asistan olunca ve iç hastalıkları alanında akademik hayatı tercih ettikten sonra İngilizce bilmenin önemini daha iyi anladım. Formal bir İngilizce eğitimim olmadı, ama Fransızcam iyi olduğundan Fransızca’dan İngilizce’ye geçişim kolay oldu. İngiliz ve Amerikan kökenli hocalardan dersler aldım ve bu şekilde İngilizce öğrendim. İstanbul’u hiç görmemiştim; ilk kez iç hastalıklarında asistan iken İstanbul’u görme fırsatım oldu. İhtisasta enfeksiyon hastalıkları stajı zorunluluğu vardı, ama Erciyes üniversitesi bünyesinde henüz enfeksiyon hastalıkları kliniği açılmamıştı. Bir arkadaşımla birlikte Haydarpaşa Numune hastanesinde 3 ay enfeksiyon hastalıkları stajı yaptım. 1984 yılında iç hastalıkları ihtisasımı bitirdim.

Göğüs hastalıkları hastanesi o yıllarda üniversitenin kullanımına tahsis edilmişti. Mustafa Özesmi hocamın teşviki ile o yıllarda nispeten daha sık görülen tüberkülozla ilgilenmeye başladım. İlginçtir, daha sonra endokrinoloji uzmanı olduğumda ‘Tüberküloz Endokrinolojisi’ disiplinini oluşturdum, bu alanda çok güzel çalışmalar yaptık ve yayınladık. Literatürdeki tek derleme yazısını yayınladım: The Endocrinology of Tuberculosis. 1995 yılında bu çalışmalarımızdan dolayı Dünya Sağlık Örgütünün Norveç’te düzenlediği toplantıya davet edilen 8-10 kişiden birisi oldum. Konu BCG aşısının yetersizliğinin nedenlerinin anlaşılması ve bunların düzeltilmesi idi. Aşı toplumdan topluma farklı başarı oranlarına sahipti. Tüberküloz basiline maruz kalan kişilerde hiperkortizolemi geliştiğini, hiperkortizoleminin de immün sistemi olumsuz etkileyerek tüberküloza eğilimi artırdığını ve hastalığın kronikleştiğini içeren çalışmalarımız olmuştu. Düşünün nereden nereye geliyorsunuz?

“Ödül olarak beni Ankara’ya uçakla götürmüşlerdi. Uçağa ilk defa o zaman binmiştim.”

Günün teknolojileri ışığında ve fakültenin imkânları açısından kardiyoloji veya göğüs hastalıkları oldukça iyi bir tercih olurdu. Neden endokrini seçtiğimi size anlatayım. O dönemde ihtisasımız bitmiş ve mecburi hizmet çıkmıştı. Kütahya’nın Gediz ilçesinde iç hastalıkları uzmanı olarak Sosyal Sigorta Kurumu hastanesinde mecburi hizmet görevimi yaptım. Kütahya’da 2-2.5 yıl kaldım. Sonra Erzurum Mareşal Çakmak Devlet Hastanesi’nde askerlik görevimi yaptım. Askerde de çok çalıştım, başhekim bana bu çalışmalarımdan dolayı takdirname vermişti. Unutmam, ödül olarak beni Ankara’ya uçakla bir hastanın GATA’ya naklinde refakatçı olarak göndermişlerdi. Uçağa ilk defa o zaman binmiştim. 1988 yılında Erciyes Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak göreve başladım.

Dekanımız çok girişimci bir insan olan, Prof. Dr. Enver Hasanoğlu’ydu. Gittiği her yerde kalkınmaya katkıda bulunmuştur. Enver hoca daha sonra Gazi Üniversitesi rektörü oldu, YÖK üyeliği yaptı. Hem Erciyes Üniversitesi’nin hem de Gazi Üniversitesi’nin bugünlere gelmesinde ciddi emeği vardır. Beni daha önceden tanıyordu, pratik de bir insandı. Bana ‘burada ne yapmayı istiyorsun’ diye sordu. ‘Hocam burada kardiyolojide ya da göğüs hastalıklarında yan dal yapmayı düşünüyorum’ dedim. O da, ‘hayır, bizim ihtiyacımız endokrin ve hematoloji, bunlardan birini seçeceksin, yarına kadar düşün bana haber ver’ dedi. Ben de ertesi gün gidip endokrin dedim. O zaman, ‘burada endokrin eğitimi imkânı yok, seni bir yere yollamamız lazım’ dedi. Bunun üzerine Cerrahpaşa’yı seçtim ve 1988 yılında Cerrahpaşa’da Endokrinoloji ve Diyabet kliniklerinde çalışmaya başladım, temel bir endokrin yaklaşımı kazandım ama kendimi yeterli bulmuyordum. Oradaki hocalarıma çok saygı duyuyorum. Cerrahpaşa’da diyabet kliniğinde çalışırken İstanbul Tıp Fakültesi mezunu Prof. Dr. Erol Çerasi ile tanıştım. Erol hoca daha sonra İsveç’e giderek Karolinska Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış; 1970 yılında Lancet’te yayımlanan insülin direnci ile ilgili yaptığı yayını konu ile ilgili ilk önemli yayınlardan birisi olan hocamızdır.  Sonra Cenevre’de ve en son olarak ta Kudüs’te Hadassah Tıp Fakültesi'nde çalışmalarını sürdürmüştür.

Erol hoca’nın vizitlerdeki akademik bakış açısı, hasta yaklaşımı ve düşünce tarzı beni çok etkilemekteydi. Kendisini Kayseri’ye davet ettim. Ailesiyle beraber geldi ve daha sonra yazışmaya başladık. Sonra beni İsrail’e davet etti; ‘burs bulabilirim, benim laboratuvarımda çalışabilirsiniz’ dedi. Ama hocanın çalışmaları daha ziyade diyabet ile ilgiliydi ve ben genel endokrinoloji konusunda kendimi geliştirmek arzusundaydım. Erol hoca’dan bana ABD veya İngiltere’deki önemli endokrin merkezlerinden birisine gitmem konusunda yardımcı olmasını rica ettim. O da beni 1990 yılında Londra Üniversitesi Tıp Fakültesi St. Bartholomew Hastanesi endokrinoloji bölümüne yönlendirdi ve bana referans oldu. O zamanlar burası dünyadaki önemli endokrin merkezlerinden birisi idi. Dekanımız Enver Hasanoğlu her karşılaştığında yurtdışına ne zaman gidiyorsun diye soruyor, gitmem konusunda beni teşvik ediyordu. Burada Prof. Dr. Semih Baskan hocamın da hakkını vermek lazım. Onunla geçici süre ile yaptığı dekanlık döneminde tanışma imkânımız oldu; Semih Hoca da beni akademik hayata geçmem konusunda teşvik etmiştir. Ona da bu vesileyle teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.

“İngiltere’de kaldığım süre içerisinde akademik bakış açım tamamen değişti”

Sonra İngiltere eğitimim başladı. İngiltere’ye muhtelif zamanlarda 1990-2000 yılları arasında yılda 3-4 kere çalıştığım hastaneye gittim. İlginç vakaları takip ediyor, eğitim toplantılarına katılıyordum. Ayrıca uluslararası bazı mesleki kuruluşlarda beraber görevler yaptık. İngiltere’deki endokrin alanındaki kurumlar ve tanıdığım önemli endokrin hocalarıyla iletişimim halen devam etmektedir. Benim onlara danıştığım gibi, belli alanlarda artık onlar da zaman zaman görüşlerime başvururlar. Oradaki kaldığım süre içerisinde akademik bakış açım tamamen değişti. İngiliz ekolünün çok oturaklı bir bilim geleneği vardır. Oradaki kazanımlarımı anlatmak çok uzun sürer, başınızı ağrıtmayayım. Ama küçük bir örnek verecek olursam; İngiltere’ye geldikten bir hafta sonra klinikte bir kutlama vardı. Bölümde çalışan herkes endokrinolojide ihtisas yapan bir asistanı tebrik ediyorlardı. Ben de tebrik ettim ama neden tebrik ettiğimi bilmiyorum. Önemli bir endokrinoloji dergisinde yeni yayınlanan bir makale ile ilgili bir kutlamaymış. Bir dergide yayınlanan bir yazının kutlandığını ilk orada gördüm. Bu ve başka güzel ‘bilimsel’ adetleri Türkiye’ye kendi kliniğime taşımaya çalıştım.

Bölüm başkanının (Gordon Michael Besser) sekreteri bana ilk gün neler yapmam gerektiğini (görevlerimi, toplantı saatlerini, vs.) anlattı ve yanından tam ayrılacağım sırada parmağını kaldırarak “no personal questions” dedi. İlk önce ne demek istediğini anlayamamıştım. Daha sonraları bu uyarısının sebebinin insanların özel hayatları ile ilgilenmemek için olduğunu anladım. Gerçekten de en azından çalıştığım yerde kimse kimsenin ne kadar ücret aldığını, nereli olduğunu, medeni durumunun ne olduğunu bilmiyordu veya çalışma saatleri içerisinde bu gibi konular konuşulmuyordu (personal space). Güzel bir davranış modeli, üstelik kültürümüzün de temel unsurlarından birisi: özel hayatla ilgilenmemek. Fakat günümüzde maalesef bu davranış biçiminden uzaklaşmışız. Özellikle akademik hayatımızı olumsuz etkileyen bu davranış bozukluğundan kaçınmak gerekir. Bu davranış tarzını özel hayatımın yanında akademik yaşamıma da uyguladım.

Daha sonra, 1993 yılında Erciyes Üniversitesi’nde Endokrinoloji Bilim Dalı’nı resmen kurdum. Bu bilim dalında evrensel boyutta hocalar (Kürşad Ünlühızarcı, Fatih Tanrıverdi, Züleyha Karaca) yetişti. Hala çok aktif ve üretkendirler. İngiltere’de çalıştığım merkez her konuda çok iyiydi ama bilimsel çalışmalar daha ziyade nöro-endokrinoloji ve hipofiz hastalıkları alanlarında idi. Akademik hayatımın başlangıcında üreme endokrinolojisi ile ilgilenmeye başladım. Toplumda yaygın olarak rastlanan ‘Polikistik Over Sendromu’nun tanısıyla ilgili bir metot geliştirdik ve Clinical Endocrinology dergisinde 1993 yılında yayınladık; bu ilk önemli yazımızdı. Üreme endokrinolojisine ilgim halen devam ediyor. Polikistik over sendromu yanında kadınlarda kıllanma ile ilgili dünyada en çok araştırma yapan ekiplerden birisiyiz. Bu konuda atıf alan birçok orijinal tedavi yaklaşımları ile ilgili yayınlarımız yanında, çok sayıda ulusal ve uluslararası toplantıya davet edildik. Özelikle 2000’li yıllardan sonra zamanımın büyük kısmını nöro-endokrinolojiye (hipotalamik-hipofizer hastalıklara) ve stres sistemine yoğunlaştırdım. Bu arada tesadüfen bir hasta dolayısıyla 2000’li yıllardan sonra kafa travmasının yol açtığı nöro-endokrin değişiklikler ilgimi çekmeye başladı. Bu konu o yıllardan beri en çok araştırma yaptığımız alan haline geldi. Bu konuda çok değerli bir ekip oluştu ve araştırmalarımız sonucunda konuyla ilgili bazı kavramları ilk defa bildirdik. Yakın dövüş sanatı denilen, boks ve kick boks yapanlarda hipofiz yetmezliği olduğunu bulduk ve sonuçlarımız bütün dünyada çok ilgi çekti. Bu çalışmalar başta BBC olmak üzere birçok uluslararası medyada haber olarak verildi. Bilimsel çalışmalarıma ağırlıklı olarak hipofiz hastalıkları ve beyin travmasının nöro-endokrin sisteme etkileri konularında devam etmekteyim. Akademik hayatım boyunca bilimsel çalışmalarımızı endokrinolojinin dünyadaki önemli dergilerinde yayınladık. Doğal olarak bu makaleler uluslararası endokrin kamuoyunun dikkatini çekti. Çok sayıda uluslararası çalışmaya katıldım, bir kısmının yürütücüsü oldum. Sırasıyla Türkiye’den ilk defa Avrupa Endokrin Derneği (European Society of Endocrinology), Avrupa Nöroendokrinoloji Derneği (European Neuroendocrine Association) ve merkezi ABD’inde bulunan Hipofiz Derneği (Pituitary Society) yönetim kurulu üyeliklerine, ayrıca Avrupa Nöroendokrin Tümör Derneği (European Neuroendocrine Tumor Society) danışma kuruluna seçildim.

İki dönem (2008-2015) Erciyes Üniversitesi Rektörlüğü yaptım. Erciyes Üniversitesi’nde aşı geliştirilmesiyle ilgili (Prof. Dr. Aykut Özdarendeli önderliğinde) bir merkez kurduk. Bu merkezde Kırım Kongo Kanamalı hastalığına karşı dünyada ilk defa bir aşı geliştirildi. İleri araştırmaların yapılabildiği bir nanoteknoloji merkezinin de kuruluşunu gerçekleştirdik. Ayrıca kök hücre ve genom ile ilgili bir merkez kurduk; ki şu anda Türkiye’nin en iyi birkaç araştırma merkezinden birisidir. Bu ve diğer araştırma merkezlerinin kuruluşlarını hayırseverlerin katkıları ile gerçekleştirdik. Bu çalışmalar bilimi çok teşvik etti. Erciyes Üniversitesi Anadolu’dan tek üniversite olarak on araştırma üniversitesinden birisi seçildi. 

“Teknolojik gelişmeler ve bilimsel gelişmeler her zaman mutluluk getirmiyor. Kültürel olarak da gelişmek gerek.”

Çalışmalarımız devletin dikkatini de çekti ve 2015 yılında kurulan Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı kurucu başkanlığını yaptım. Daha sonra da Yeditepe Üniversitesine geldim, halen burada çalışıyorum. Çok iyi bir beyin cerrahi ekibimiz var, geçen yüzyılın beyin cerrahı olarak seçilen Gazi Yaşargil ve ekibi de burada çalışıyor. Hipofiz cerrahisi alanında Prof Dr. Uğur Türe, nöropatolojide Prof. Dr. Murat Aydın Sav ve diğer ilgili bilim insanları ile beraber bir ‘Hipofiz Hastalıkları Mükemmeliyet Merkezi’ oluşturuyoruz. Dolayısıyla daha az zaman ayırmak zorunda kaldığım araştırmalarıma burada geri döndüm. Bu bakımdan mutluyum ve buradaki en önemli hedefim alanımdaki bilgilerimi aktarabileceğim bir ekip kurmak. Bildiklerimizin bizimle beraber kaybolmamasını istiyorum.

Türkiye hem bizim için hem de dünya için önemli bir ülke. Biz büyük medeniyetlerin süzgecinden geçmiş bir ülkeyiz, çok köklü bir milletin çocuklarıyız. Fakat bir dönem (son 2-3 yüzyıl) akıldan ve bilimden uzaklaştığımızı düşünüyorum. Bütün sıkıntılara rağmen toparlanma döneminde olduğumuza da inanıyorum. Özellikle Atatürk’ün 1933 üniversite reformu, Türkiye’deki bilimsel altyapının kurulmasında bir dönüm noktasıdır. Bunun çok iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Uluslararası çok görevlerim oldu, hala devam eden görevlerim de var. Batı ve uzak doğu medeniyetlerini tanıma şansım oldu. Evrensel olarak insanlığın karşı karşıya kaldığı problemler var. Teknolojik gelişmeler ve bilimsel gelişmeler insanlığa her zaman mutluluk getirmiyor. Kültürel olarak da sosyal olarak da gelişmek gerek. Sonuçta köklü birikimlere sahip olan bizlerin de dünyaya verecek mesajlarımız var. Bir kaç isim vermek gerekirse, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş simge isimlerdir ve bu isimlerin söylemlerine insanlığın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ancak dünya milletler ailesinin şerefli bir üyesi olmamız için bu yeterli değildir. Akıl ve bilim ile birlikte,  kültür ve irfanımız, idrakımız bizi tekrar layık olduğumuz yere getirecektir. Bütün amacımız kendini bilen ama bunun yanında dünyayı da bilen, akla ve bilime sarılmış bir gençlik yetiştirmek olmalıdır. Bu Türkiye’nin geleceğini kurtaracak ve ülkemizi Atatürk’ün belirttiği muasır medeniyetin ötesine taşıyacaktır.

“Bir sürü şeyle ilgilenirseniz hiçbirisinde çok iyi olamazsınız.”

Akademisyen olmak isteyenlere şunları söylemek isterim: Bilim ile uğraşmak bir hayat tarzıdır. Eğer bir insan bilimle uğraşmak istiyorsa fedakârlık göstermek zorundadır. Zamanı iyi kullanmak da şarttır. Bir başka deyişle kişi, bilimsel uğraşlarını diğer işlerine göre değil fakat diğer işlerini bilimsel uğraşlarına göre ayarlamalıdır. Belirli bir konuya odaklanılmalıdır. Belirli bir konu ile ilgilenirseniz o konuda iyi olursunuz. Aziz Sancar çok güzel bir örnektir. Farklı konularla ilgilenirseniz, hiçbirisinde çok başarılı olmanız mümkün değildir. Ancak mevcut akademik sistem bu meselede bir engel olarak durmaktadır.

Bilimsel merak şarttır. Ancak bu şekilde daha önce yapılmayanı yapmak, düşünülmeyen yeni bir kavramı ortaya çıkarmak mümkün olabilir. Eğer açık fikirli ve farklı perspektiflerden bakmasını bilen biriyseniz bir yolda ilerlerken hiç beklemediğiniz farklı bir alanda keşifte bulunabilirsiniz. İstikrar ve süreklilik çok önemlidir. Bir bilim insanı uluslararası bağlantılar kurmalı ve uluslararası bilimsel kamuoyu ile iletişimini devam ettirmelidir. Bilim insanı başını kuma gömmemeli, bulunduğu laboratuvar ve klinikten dışarı çıkararak, hem ulusal hem de uluslararası iş birlikleri içerisinde olmalıdır.

Bilimsel çalışmalardan ayırdığınız zamanlarda elbette ailenizle ve hobilerinizle ilgileneceksiniz. Çok iyi bir denge içerisinde bunu sürdürmeniz gerekmektedir. Bir bilim insanı tüm bunları yaparken maalesef ailesine yeterince zaman ayıramıyor. Ben bu açıdan şanslı bir insanım, eşim büyük fedakârlıklar göstererek bana daima destek olmuştur.

Her hekimin akademisyen olması gerekmemektedir ama hekimlerin sürekli ve düzenli olarak kendilerini yenilemeleri şarttır. Hekimlik kutsal bir meslektir, hekim olmak bir şanstır.

Meslektaşlarıma başarılar diliyorum.

Teşekkürler.

Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur