Sağlıkta Fark Yaratanlar:
Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur
Okumayı ve araştırmayı çok seven bir bilim adamı olan, öğrenci
ve meslektaşlarına kişiliği ve bilim insanlığıyla her zaman örnek olan Prof.
Dr. Fahrettin Keleştemur, başarılarla dolu hayat hikâyesini Doktorclub Health40
platformunda okurlarımızla paylaştı.
“Osmanlı’da eğitimli ve önemli görevler alan bir aile iken köy hayatına dönüş”
1955 yılında Elâzığ ili, Ağın
ilçesi, Saraycık köyü, Konak mezrasında dünyaya geldim. Nüfustaki yaşım ile
gerçek yaşım arasında 9 aylık bir gecikme var; çünkü köy yaşamı zor ve kış
aylarında ilçeye ulaşım sorunu olduğundan babam doğar doğmaz nüfus kaydımı yaptıramamış.
Eskiden köylerde doğan çocukların doğum tarihlerinin kurşun kalemle Kur’an’ın
en arka sayfasına yazıldığı bir adet varmış. Benimki de yazılmış aslında, ama
doğum tarihimin yazıldığı Kur’an başka birisine hediye edilmiş. Bu yüzden tam
doğum tarihim belli değil, muhtemelen Aralık 1954. Nüfus cüzdanımda ise
25.09.1955 yazıyor. Bu sadece bize has değil, aynı nedenlerden (ulaşım,
ekonomik nedenlerden dolayı uzak yerleşim yerlerine gidememe) dolayı Anadolu’da
özellikle kırsal bölgelerde 1950’li yıllar ve öncesinde doğanların doğum tarihleri
pek belli değildir. Kesin doğum tarihinin ne zaman olduğunun ayrıntılı
bilinmesi gerekecek kadar önemli birisi değilim. Ama bu meselenin çok uzak
olmayan bir tarihte Anadolu’nun durumunu anlatmak için önemli olduğunu
düşünüyorum. Biz köy-kasaba kökenli bir aileyiz. Büyüklerimizden
dinlediklerimize göre, dedelerimiz ve onlardan önceki nesiller arasında birçok
kişi devlet hizmetinde imiş. Özellikle bilinen Osmanlı dönemlerinde farklı
okullarda eğitim görüp önemli yerlere gelmiş büyüklerimiz varmış. Ancak 1.
Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve sonrasında ailenin ekonomik ve sosyal durumu
bozulmuş, tamamen köy-kasaba hayatına dönülmüş. Dedemden itibaren tekrar eğitim
ağırlık kazanmaya ve dolayısıyla da büyük şehirlere göçler başlamış. Dedem
aydın bir öğretmenmiş; Ağın’da ilk voleybol sahasını kurmuş, müziğe ilgi duyar,
keman çalarmış, çok iyi Fransızca konuşurmuş. Anlattığım dönem Cumhuriyet’in
ilk yılları olup özellikle Anadolu’daki ekonomik şartların zorluğunun olduğu
yıllardır. Dedem öğretmenlik yaparken ayakkabısı ve elbisesi olmayan öğrenciler
varmış ve dedem maaşının çok önemli bir kısmını onlara elbise, ayakkabı almaya
harcarmış. Maaş günleri eve gelirken, babaannem dedeme Fahri Bey herhalde
maaşının büyük kısmını çocuklara harcamışsındır değil mi? diye serzenişte
bulunursa da bu konuda dedeme destek olurmuş. Genç yaşta tüberkülozdan vefat
etmiş, mekânı cennet olsun. Dedemin ismini bana vermişler. Köydeki imkânların
kısıtlılığı ve köy hayatının gelecek için ümit vermemesi nedeniyle, babam köyü
terk etmiş ve memur olmuş. Babam memuriyet hayatını yine Elazığ-Malatya
çevresinde geçirdi. Ben de ilk ve ortaokulu
(1-2 yılı başka ilçede olmak üzere) o yıllarda babamın görev yeri olan
Bingöl’ün Genç ilçesinde 1969 yılında bitirdim. Babam babasını erken yaşta
kaybetmiş, ortaokul tahsili için Ankara’ya Dil Tarih ve Coğrafya fakültesinde
okuyan amcasının yanına gelmiş; hatta orada Atatürk’ün cenazesine katıldığını
hep anlatır. Sonra ailevi sebeplerden dolayı eğitimini yarıda keserek geri
dönmek zorunda kalmış. Babam iyi bir eğitim almasa da kendini yetiştirmiş aydın
bir insandır (halen 96 yaşında). O yılları iyi hatırlarım, babam bizimle çok
ilgilenir, sürekli bizi çalışmaya öğrenmeye sevk edici bir davranış sergiler,
başarılarımızı sakız, çikolata, naylon futbol topu veya takdirname hediyesi
olarak naylon ayakkabı gibi şeylerle ödüllendirirdi. Okulumuza gelir,
öğretmenlerimizle görüşür, eksikliklerimiz varsa telafi etmeye çalışırdı.
Okuduğumuz dönemdeki öğretmenlerin
unutulmayacak çok önemli özellikleri vardı. Ortaokul yıllarımda özellikle Türkiye’nin
batı illerinden gelen öğretmenler vardı. Öğretmenlerimiz hem toplumun
kalkınmasına hem de bizlerin eğitimine önemli katkı vermişlerdir. Okulda halka
yönelik kültürel toplantılar, tiyatrolar ve törenler düzenlenirdi. Hiç unutmam
Cevat Fehmi Başkut’un yazdığı ‘Sana Rey Veriyorum’ adlı tiyatro eserinde
oynamıştım. O dönemdeki öğretmenlerimiz mesleklerine çok önem veren, işlerini
ibadet ediyormuş gibi yapan insanlardı. Bizlere yürüdüğümüz yolda ışık olmuşlardır.
Hiç unutmam ilkokul 1. sınıf öğretmenim rahmetli Naci Bey, evimize gelip bana
ders çalıştırırdı; kendisi babamın arkadaşıydı ve bir eksiğim olup olmadığını
yakından incelerdi. O dönemler çok çalışıyordum. Öğrenme merakım ve çalışma
arzum o kadar fazlaydı ki yıldızlar, ağaçlar, çiçekler, dağlar, tarihi olaylar,
dağlar başta olmak üzere çevremdeki olaylar ilgimi çekiyordu ve bu konularla
ilgili ne bulsam okuyordum. Belki de hocalarım bu özelliklerimden dolayı üzerime
düşüyorlardı.
“Çocuğunuz buralarda heder olabilir. Ben Kayseri’ye döneceğim, sen çocuğu bana ver ben orada okutayım”
Babam bizim kahvehaneye gitme
alışkanlığımız olmasın diye eve tavla almıştı ve evde tavla oynardık. Anadolu’da
kasabalarda şehir kulüpleri vardı. Buralarda kasabanın ileri gelenleri ve resmi
görevliler akşam saatlerinde buluşur sohbet ederlerdi. Birlikte ‘ajans’
dinlenirdi. Kasabanın sorunları, politik meseleler tartışılırdı. Şehir
kulüplerine hem kasabanın yerlileri hem de devlet erkânı gelir güzel bir
kaynaşma olurdu. Kayserili Şaban Onbaşı adında babamın yakın arkadaşı bir kimya
hocamız vardı. Şaban Bey benim derslerimle çok ilgilenirdi. Bir kış günü şehir
kulübünde babamla tavla oynadıktan sonra evlerine gitmek üzere ayrılırlarken,
Şaban hocam babama ‘Selahattin Bey darılmazsanız size bir şey söylemek
istiyorum’ demiş. Babam ‘’darılacak bir şey yok sen benim en yakın
arkadaşlarımdan birisisin, mutlaka güzel bir şey söyleyeceksindir” demiş. Bunun
üzerine Şaban Bey, “biliyorsunuz Fahrettin çalışkan bir çocuk. Benim de tayinim
Kayseri’ye çıktı. Sizin çocuğunuz buralarda heder olabilir. Ben Kayseri’ye
döneceğim, orada okul şartları daha iyi, sen çocuğu bize ver, annemle kalır,
Kayseri’de okusun” demiş. Babam çok duygulanmış, gözleri yaşarmış. Ama teşekkür
ederek teklifini kabul etmemiş. Madem Fahrettin ile ilgili böyle bir düşünceniz
var, biz elimizden gelen maddi ve manevi desteği vererek gerekli eğitimi
almasını sağlarız, ihtiyaç olursa sizi ararız demiş. Düşünebiliyor musunuz, Anadolu’nun küçük bir
kasabasında bir öğretmen, gelecek vadeden bir öğrenci görüyor ve onun ekonomik
külfetini karşılayarak, daha iyi bir eğitim alması için Kayseri’ye götürme
teklifinde bulunuyor. Türkiye bugün pek çok alanda gelişmiştir ve bunun
temelinde özellikle eski kuşak öğretmenlerinin büyük rolü vardır.
Babaannemin de eğitimimde önemli
rolü vardır. Alaylı eğitim almıştı, eski ve yeni harflerle çok güzel yazar ve
okurdu. Babaannem ile aynı odada kalırdık. O dönemlerde çocukların terbiyesi
ile evin büyükleri ilgilenirlerdi. Her gün sabah erkenden kalkar, namaz kılar
sonra birkaç saat kitap okurdu. Sonradan bunların eski Osmanlı klasikleri
olduğunu öğrendim. Babaannem beni çok etkilemiştir. Ortaokulun küçük ama güzel
bir kütüphanesi vardı, özellikle yaz tatillerinde kütüphanede yoğun bir şekilde
doğu ve batı klasiklerini okumaya başladım. Bu kitapların büyük bir kısmı Hasan
Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Türkçe’ye tercüme edilen
eserlerdi. Bu okumalar bende bilgi edinme yanında ciddi bir kültürel birikime
de neden olmuştur. Okuduğum eserler insanı ve evreni tanıma konusunda ufkumu
açtı. O zamandan beri hep okurum. Mutlaka elimin altında aynı anda bir şiir, bir
roman ve bir belgesel, bilim tarihi ya da hatıra kitabı bulundururum. Aile
çevremizde iyi eğitimli yakınlarımız ve dostlarımız vardı. Sıklıkla aile
toplantıları olur ve siyasi, kültürel, sosyal konularda konuşulurdu. Çok farklı
konularda eserler okudum. Bilimle, dinle, biyoloji ile ilgili kitaplar, farklı
ideolojik yazılar okuyordum. Okuma ve okuduklarım üzerinde düşünüp tartışma bana
hayata daha geniş açılardan bakabilme imkânı sağlamıştır.
Ortaokul 3. sınıftan sonra babam
Elazığ’a tayin oldu. Ben de liseyi Elazığ’da Atatürk lisesinde okudum ve
birincilikle bitirdim. Boş zamanlarımda sporla ilgilenir, futbol oynardım. Ekonomik
durumumuz çok iyi değildi ama köyden yardım gelirdi. Ailem beslenmemize çok
dikkat ederdi. Yoksa memur maaşıyla 5 çocuk okutmak bir memur için çok zordu.
Üstelik evimiz kiraydı. Gerçi zengin de olsanız fark etmiyordu, Anadolu’da ortalama
bir hayat tarzı ve standardı vardı. Ailem istediğimiz kitapları alabiliyor,
evimize düzenli gazete ve dergiler geliyordu. Babam, sanat ve kültür yönünden
bizim gelişmemize özen gösterdi. Harput kültürünü aşılamak için çok gayret
ettiğini şimdi daha iyi hatırlıyorum. Elazığ musiki geleneği olan bir şehirdi, bunun
kökeni de Harput’a dayanıyordu. Harput eskiden ipek yolu üzerinde bulunan çok
önemli bir kültür merkeziydi. Babam Harput-Elazığ yöresine ait şarkı, türkü ve uzun
havaları çok güzel söylerdi. Bizim de yerel kültürü öğrenmemiz içinde çok çaba
gösterdi. Kardeşlerim ve beni Elazığ yöresi oyunlarını öğrenmemiz için kurslara
yollardı. Çayda çıra, delilo ve halay gibi oyunları çok güzel öğrenmiştim. Ağır
halay ve dik halay olağanüstü güzel oyunlardır. Bugün tören vs. olursa ayak
uydurabiliyorum.
“Başlangıçta tıp fakültesine gitmemek için sürekli bahaneler uyduruyordum, babama ölüden korktuğumu bile söyledim.”
Liseyi bitirdikten sonra hangi
fakülteye gideceğimi bilmiyordum. Her çocuk gibi uçmayı düşünerek pilot olmak
istiyor ve pilot olmak için uçak mühendisliği okuyacağımı sanıyordum.
Meslek seçimimde de ekonomik
kaygılar baş gösteriyordu. Babam bunları görerek benim hekim olmamı ve tıp
fakültesine gitmemi isterken ben istemiyordum. Doğal olarak babama çok da karşı
gelemiyordum. Ama hekim olmayı tercih etmediğimi de söyledim. Hekimlik o
zamanlar çok değerli bir meslekti, özellikle ekonomik bakımdan en çok tercih
edilen meslekler arasındaydı. Babamın ve annemin de ısrarı ile tıp fakültesine
gitmeme karar verildi. Başlangıçta tıp fakültesine gitmemek için sürekli bahaneler
uyduruyordum, hatta bir gün babama, baba ben ölüden korkuyorum dedim. Babam ise
oğlum, ölüden korkma, ölüden zarar gelmez, diriden kork demiştir.
Eskiden liseden ilk üçte mezun
olan öğrencileri Hacettepe Üniversitesi doğrudan alıyordu. Benim sınav puanım
iyi olduğu için üniversiteye puanla girdim. Benim yerime puanla giremeyen başka
bir lise birincisi kaydını yaptırdı. Çok güzel bir sistemdi. O zamanlar eğitim
şartları dengesizdi. İstanbul’da İngilizce, Almanca veya Fransızca eğitim veren
bir lise ile Anadolu’nun ücra köşesinde eğitim veren lisenin eğitim kalitesi
arasında çok fark vardı. Elazığ’da lisede okurken öğretmen açığından dolayı
bazı derslerimize aslında öğretmen olmayan ve başka kurumlarda çalışan mühendis
kökenli insanlar da gelirdi. Çok profesyonel eğitimcilerle yetişmedik. Bu
durumu öğretmenlerimizin gayretleriyle çok çalışarak kapattık.
Sonuçta babamı kıramayıp 1972-1973
döneminde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başladım. Politik bir
dönemdi. Tıp eğitimi ağır bir eğitimdir ama yine de sosyal ve kültürel hayat
ile de ilgilendim. Ankara’nın imkânlarından faydalanmaya ve olabildiğince
sinemaya, tiyatroya gitmeye çalıştım. Bu benim için ayrı bir kazanç oldu. Bu
dönemde fırsat buldukça ideolojik eserler de okudum. Dolayısıyla tıp fakültesi
yıllarım aynı zamanda benim kültürel olarak olgunlaşma dönemim olarak
değerlendirilebilir. Tıp fakültesini bitirdikten sonra Elazığ-Baskil ilçesine tayinim
çıktı. İç hastalıkları uzmanı olmak istiyordum ve çalışmaya başlamıştım. İç hastalıkları
ihtisasımı İstanbul’da veya Ankara’da yapmak istiyordum. Çok kısa bir müddet
sonra yakın bir arkadaşım arayarak Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne
asistan alınacağını haber verdi ben de diğer fakültelerin imtihanlarını
beklemeden Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları için ilan edilen
imtihana girdim, kazandım ve 1980 yılında asistanlık görevine başladım. Aynı yıl Kemaliye (Eğin)’den Fazilet hanımla
evlendim. Fazilet hanım akademik hayatımda çok önemli rol oynamış ve büyük fedakârlıkta
bulunmuştur. Beş çocuğumuzun annesi olması yanında onların yetişmesi ve
eğitimini de büyük ölçüde üstlenmiştir. Geleneksel aile kültürümüzün
çocuklarımıza aktarılması konusuna özel gayret göstermiştir. Beni akademik
çalışmalarım konusunda sürekli teşvik etmiştir. Kendisine minnet ve teşekkür
borçluyum.
Asistanlık ve evlilik hayatım
aynı zamanlarda Kayseri’de başlamış oldu. Kayseri çok güzel ve yaşanabilir kadim
bir Selçuk şehridir. Ne çok gelişmiş şehirlerin sıkıntıları ne de gelişmemiş
yerlerin mahrumiyetleri vardır. Erciyes Üniversitesi yeni kurulmuş bir
üniversite, hocalarımızın çoğu Hacettepe Üniversitesi başta olmak üzere farklı
üniversitelerden gelmiş ve çok heyecanlılardı. Aralarında Prof. Dr. Ahmet
Hulisi Köker hoca gibi Kayseri’nin yerlisi olan ve memleketine doğduğu
topraklara hizmet etmek için gelmiş değerli hocalarımız vardı. Herkes
elbirliğiyle, üniversiteyi kalkındırmaya çalışıyordu. Böyle bir ortamda iç
hastalıkları ihtisası yaptım. Hüseyin Sipahioğlu o zamanlar rektördü, dekanlarımız
çok kıymetli insanlardı. İç hastalıklarında Amerika’dan yeni dönen Prof. Dr.
Servet Çetin, yine Hacettepe kökenli Prof. Dr. Mustafa Özesmi başta olmak
üzere, adlarını sayamadığım çok değerli hocalarımız iyi bir iç hastalıkları
kliniği kurmuşlardı. Böyle bir ortamda iyi bir eğitim aldım. Bu dönemde hocalarımın
teşviki ile akademik hayatı düşünür oldum. İleri görüşlü hocalarımız bizleri akademik
hayata alıştırıyorlardı, asistan iken bizi toplantılara götürerek sunum
yapmamızı sağladılar. Asistanlık dönemlerimizde makale yazmaya başladık.
Benim önemli bir problemim de
yabancı dildi, akademik süreçte ciddi bir engel olarak karşıma çıkmıştı. Anadolu’da
normal liselerde iyi bir İngilizce dil eğitimi yoktu. Beni de ne hikmetse
lisede Fransızca’ya vermişlerdi. O zamanlar Fransızca ve Almanca çok popülerdi.
Hacettepe’de de bir yıl Fransızca okudum. İngilizce bilmiyordum, Hacettepe ise
İngilizce ağırlıklı bir okuldu. Sonra asistan olunca ve iç hastalıkları
alanında akademik hayatı tercih ettikten sonra İngilizce bilmenin önemini daha
iyi anladım. Formal bir İngilizce eğitimim olmadı, ama Fransızcam iyi
olduğundan Fransızca’dan İngilizce’ye geçişim kolay oldu. İngiliz ve Amerikan
kökenli hocalardan dersler aldım ve bu şekilde İngilizce öğrendim. İstanbul’u
hiç görmemiştim; ilk kez iç hastalıklarında asistan iken İstanbul’u görme
fırsatım oldu. İhtisasta enfeksiyon hastalıkları stajı zorunluluğu vardı, ama
Erciyes üniversitesi bünyesinde henüz enfeksiyon hastalıkları kliniği
açılmamıştı. Bir arkadaşımla birlikte Haydarpaşa Numune hastanesinde 3 ay
enfeksiyon hastalıkları stajı yaptım. 1984 yılında iç hastalıkları ihtisasımı
bitirdim.
Göğüs hastalıkları hastanesi o
yıllarda üniversitenin kullanımına tahsis edilmişti. Mustafa Özesmi hocamın
teşviki ile o yıllarda nispeten daha sık görülen tüberkülozla ilgilenmeye
başladım. İlginçtir, daha sonra endokrinoloji uzmanı olduğumda ‘Tüberküloz Endokrinolojisi’
disiplinini oluşturdum, bu alanda çok güzel çalışmalar yaptık ve yayınladık. Literatürdeki
tek derleme yazısını yayınladım: The Endocrinology of Tuberculosis. 1995
yılında bu çalışmalarımızdan dolayı Dünya Sağlık Örgütünün Norveç’te düzenlediği
toplantıya davet edilen 8-10 kişiden birisi oldum. Konu BCG aşısının yetersizliğinin
nedenlerinin anlaşılması ve bunların düzeltilmesi idi. Aşı toplumdan topluma
farklı başarı oranlarına sahipti. Tüberküloz basiline maruz kalan kişilerde
hiperkortizolemi geliştiğini, hiperkortizoleminin de immün sistemi olumsuz
etkileyerek tüberküloza eğilimi artırdığını ve hastalığın kronikleştiğini
içeren çalışmalarımız olmuştu. Düşünün nereden nereye geliyorsunuz?
“Ödül olarak beni Ankara’ya uçakla götürmüşlerdi. Uçağa ilk defa o zaman binmiştim.”
Günün teknolojileri ışığında ve
fakültenin imkânları açısından kardiyoloji veya göğüs hastalıkları oldukça iyi
bir tercih olurdu. Neden endokrini seçtiğimi size anlatayım. O dönemde
ihtisasımız bitmiş ve mecburi hizmet çıkmıştı. Kütahya’nın Gediz ilçesinde iç
hastalıkları uzmanı olarak Sosyal Sigorta Kurumu hastanesinde mecburi hizmet görevimi
yaptım. Kütahya’da 2-2.5 yıl kaldım. Sonra Erzurum Mareşal Çakmak Devlet Hastanesi’nde
askerlik görevimi yaptım. Askerde de çok çalıştım, başhekim bana bu
çalışmalarımdan dolayı takdirname vermişti. Unutmam, ödül olarak beni Ankara’ya
uçakla bir hastanın GATA’ya naklinde refakatçı olarak göndermişlerdi. Uçağa ilk
defa o zaman binmiştim. 1988 yılında Erciyes Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak
göreve başladım.
Dekanımız çok girişimci bir insan
olan, Prof. Dr. Enver Hasanoğlu’ydu. Gittiği her yerde kalkınmaya katkıda
bulunmuştur. Enver hoca daha sonra Gazi Üniversitesi rektörü oldu, YÖK üyeliği
yaptı. Hem Erciyes Üniversitesi’nin hem de Gazi Üniversitesi’nin bugünlere
gelmesinde ciddi emeği vardır. Beni daha önceden tanıyordu, pratik de bir
insandı. Bana ‘burada ne yapmayı istiyorsun’ diye sordu. ‘Hocam burada
kardiyolojide ya da göğüs hastalıklarında yan dal yapmayı düşünüyorum’ dedim. O
da, ‘hayır, bizim ihtiyacımız endokrin ve hematoloji, bunlardan birini
seçeceksin, yarına kadar düşün bana haber ver’ dedi. Ben de ertesi gün gidip
endokrin dedim. O zaman, ‘burada endokrin eğitimi imkânı yok, seni bir yere
yollamamız lazım’ dedi. Bunun üzerine Cerrahpaşa’yı seçtim ve 1988 yılında Cerrahpaşa’da
Endokrinoloji ve Diyabet kliniklerinde çalışmaya başladım, temel bir endokrin
yaklaşımı kazandım ama kendimi yeterli bulmuyordum. Oradaki hocalarıma çok
saygı duyuyorum. Cerrahpaşa’da diyabet kliniğinde çalışırken İstanbul Tıp
Fakültesi mezunu Prof. Dr. Erol Çerasi ile tanıştım. Erol hoca daha sonra
İsveç’e giderek Karolinska Üniversitesi’nde çalışmaya başlamış; 1970 yılında
Lancet’te yayımlanan insülin direnci ile ilgili yaptığı yayını konu ile ilgili ilk
önemli yayınlardan birisi olan hocamızdır.
Sonra Cenevre’de ve en son olarak ta Kudüs’te Hadassah Tıp Fakültesi'nde
çalışmalarını sürdürmüştür.
Erol hoca’nın vizitlerdeki
akademik bakış açısı, hasta yaklaşımı ve düşünce tarzı beni çok etkilemekteydi.
Kendisini Kayseri’ye davet ettim. Ailesiyle beraber geldi ve daha sonra
yazışmaya başladık. Sonra beni İsrail’e davet etti; ‘burs bulabilirim, benim laboratuvarımda
çalışabilirsiniz’ dedi. Ama hocanın çalışmaları daha ziyade diyabet ile
ilgiliydi ve ben genel endokrinoloji konusunda kendimi geliştirmek
arzusundaydım. Erol hoca’dan bana ABD veya İngiltere’deki önemli endokrin
merkezlerinden birisine gitmem konusunda yardımcı olmasını rica ettim. O da
beni 1990 yılında Londra Üniversitesi Tıp Fakültesi St. Bartholomew Hastanesi
endokrinoloji bölümüne yönlendirdi ve bana referans oldu. O zamanlar burası dünyadaki
önemli endokrin merkezlerinden birisi idi. Dekanımız Enver Hasanoğlu her
karşılaştığında yurtdışına ne zaman gidiyorsun diye soruyor, gitmem konusunda
beni teşvik ediyordu. Burada Prof. Dr. Semih Baskan hocamın da hakkını vermek
lazım. Onunla geçici süre ile yaptığı dekanlık döneminde tanışma imkânımız oldu;
Semih Hoca da beni akademik hayata geçmem konusunda teşvik etmiştir. Ona da bu
vesileyle teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
“İngiltere’de kaldığım süre içerisinde akademik bakış açım tamamen değişti”
Sonra İngiltere eğitimim başladı.
İngiltere’ye muhtelif zamanlarda 1990-2000 yılları arasında yılda 3-4 kere çalıştığım
hastaneye gittim. İlginç vakaları takip ediyor, eğitim toplantılarına
katılıyordum. Ayrıca uluslararası bazı mesleki kuruluşlarda beraber görevler
yaptık. İngiltere’deki endokrin alanındaki kurumlar ve tanıdığım önemli
endokrin hocalarıyla iletişimim halen devam etmektedir. Benim onlara danıştığım
gibi, belli alanlarda artık onlar da zaman zaman görüşlerime başvururlar. Oradaki
kaldığım süre içerisinde akademik bakış açım tamamen değişti. İngiliz ekolünün
çok oturaklı bir bilim geleneği vardır. Oradaki kazanımlarımı anlatmak çok uzun
sürer, başınızı ağrıtmayayım. Ama küçük bir örnek verecek olursam; İngiltere’ye
geldikten bir hafta sonra klinikte bir kutlama vardı. Bölümde çalışan herkes
endokrinolojide ihtisas yapan bir asistanı tebrik ediyorlardı. Ben de tebrik
ettim ama neden tebrik ettiğimi bilmiyorum. Önemli bir endokrinoloji dergisinde
yeni yayınlanan bir makale ile ilgili bir kutlamaymış. Bir dergide yayınlanan bir
yazının kutlandığını ilk orada gördüm. Bu ve başka güzel ‘bilimsel’ adetleri
Türkiye’ye kendi kliniğime taşımaya çalıştım.
Bölüm başkanının (Gordon Michael
Besser) sekreteri bana ilk gün neler yapmam gerektiğini (görevlerimi, toplantı
saatlerini, vs.) anlattı ve yanından tam ayrılacağım sırada parmağını
kaldırarak “no personal questions” dedi. İlk önce ne demek istediğini anlayamamıştım.
Daha sonraları bu uyarısının sebebinin insanların özel hayatları ile
ilgilenmemek için olduğunu anladım. Gerçekten de en azından çalıştığım yerde
kimse kimsenin ne kadar ücret aldığını, nereli olduğunu, medeni durumunun ne
olduğunu bilmiyordu veya çalışma saatleri içerisinde bu gibi konular
konuşulmuyordu (personal space). Güzel bir davranış modeli, üstelik kültürümüzün
de temel unsurlarından birisi: özel hayatla ilgilenmemek. Fakat günümüzde
maalesef bu davranış biçiminden uzaklaşmışız. Özellikle akademik hayatımızı
olumsuz etkileyen bu davranış bozukluğundan kaçınmak gerekir. Bu davranış
tarzını özel hayatımın yanında akademik yaşamıma da uyguladım.
Daha sonra, 1993 yılında Erciyes
Üniversitesi’nde Endokrinoloji Bilim Dalı’nı resmen kurdum. Bu bilim dalında
evrensel boyutta hocalar (Kürşad Ünlühızarcı, Fatih Tanrıverdi, Züleyha Karaca)
yetişti. Hala çok aktif ve üretkendirler. İngiltere’de çalıştığım merkez her
konuda çok iyiydi ama bilimsel çalışmalar daha ziyade nöro-endokrinoloji ve
hipofiz hastalıkları alanlarında idi. Akademik hayatımın başlangıcında üreme
endokrinolojisi ile ilgilenmeye başladım. Toplumda yaygın olarak rastlanan ‘Polikistik
Over Sendromu’nun tanısıyla ilgili bir metot geliştirdik ve Clinical
Endocrinology dergisinde 1993 yılında yayınladık; bu ilk önemli yazımızdı.
Üreme endokrinolojisine ilgim halen devam ediyor. Polikistik over sendromu
yanında kadınlarda kıllanma ile ilgili dünyada en çok araştırma yapan
ekiplerden birisiyiz. Bu konuda atıf alan birçok orijinal tedavi yaklaşımları
ile ilgili yayınlarımız yanında, çok sayıda ulusal ve uluslararası toplantıya
davet edildik. Özelikle 2000’li yıllardan sonra zamanımın büyük kısmını nöro-endokrinolojiye
(hipotalamik-hipofizer hastalıklara) ve stres sistemine yoğunlaştırdım. Bu
arada tesadüfen bir hasta dolayısıyla 2000’li yıllardan sonra kafa travmasının
yol açtığı nöro-endokrin değişiklikler ilgimi çekmeye başladı. Bu konu o
yıllardan beri en çok araştırma yaptığımız alan haline geldi. Bu konuda çok
değerli bir ekip oluştu ve araştırmalarımız sonucunda konuyla ilgili bazı
kavramları ilk defa bildirdik. Yakın dövüş sanatı denilen, boks ve kick boks
yapanlarda hipofiz yetmezliği olduğunu bulduk ve sonuçlarımız bütün dünyada çok
ilgi çekti. Bu çalışmalar başta BBC olmak üzere birçok uluslararası medyada
haber olarak verildi. Bilimsel çalışmalarıma ağırlıklı olarak hipofiz
hastalıkları ve beyin travmasının nöro-endokrin sisteme etkileri konularında
devam etmekteyim. Akademik hayatım boyunca bilimsel çalışmalarımızı
endokrinolojinin dünyadaki önemli dergilerinde yayınladık. Doğal olarak bu
makaleler uluslararası endokrin kamuoyunun dikkatini çekti. Çok sayıda
uluslararası çalışmaya katıldım, bir kısmının yürütücüsü oldum. Sırasıyla
Türkiye’den ilk defa Avrupa Endokrin Derneği (European Society of
Endocrinology), Avrupa Nöroendokrinoloji Derneği (European Neuroendocrine
Association) ve merkezi ABD’inde bulunan Hipofiz Derneği (Pituitary Society)
yönetim kurulu üyeliklerine, ayrıca Avrupa Nöroendokrin Tümör Derneği (European
Neuroendocrine Tumor Society) danışma kuruluna seçildim.
İki dönem (2008-2015) Erciyes Üniversitesi
Rektörlüğü yaptım. Erciyes Üniversitesi’nde aşı geliştirilmesiyle ilgili (Prof.
Dr. Aykut Özdarendeli önderliğinde) bir merkez kurduk. Bu merkezde Kırım Kongo Kanamalı
hastalığına karşı dünyada ilk defa bir aşı geliştirildi. İleri araştırmaların
yapılabildiği bir nanoteknoloji merkezinin de kuruluşunu gerçekleştirdik.
Ayrıca kök hücre ve genom ile ilgili bir merkez kurduk; ki şu anda Türkiye’nin
en iyi birkaç araştırma merkezinden birisidir. Bu ve diğer araştırma
merkezlerinin kuruluşlarını hayırseverlerin katkıları ile gerçekleştirdik. Bu
çalışmalar bilimi çok teşvik etti. Erciyes Üniversitesi Anadolu’dan tek
üniversite olarak on araştırma üniversitesinden birisi seçildi.
“Teknolojik gelişmeler ve bilimsel gelişmeler her zaman mutluluk getirmiyor. Kültürel olarak da gelişmek gerek.”
Çalışmalarımız devletin dikkatini
de çekti ve 2015 yılında kurulan Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı kurucu
başkanlığını yaptım. Daha sonra da Yeditepe Üniversitesine geldim, halen burada
çalışıyorum. Çok iyi bir beyin cerrahi ekibimiz var, geçen yüzyılın beyin cerrahı
olarak seçilen Gazi Yaşargil ve ekibi de burada çalışıyor. Hipofiz cerrahisi
alanında Prof Dr. Uğur Türe, nöropatolojide Prof. Dr. Murat Aydın Sav ve diğer
ilgili bilim insanları ile beraber bir ‘Hipofiz Hastalıkları Mükemmeliyet Merkezi’
oluşturuyoruz. Dolayısıyla daha az zaman ayırmak zorunda kaldığım araştırmalarıma
burada geri döndüm. Bu bakımdan mutluyum ve buradaki en önemli hedefim alanımdaki
bilgilerimi aktarabileceğim bir ekip kurmak. Bildiklerimizin bizimle beraber
kaybolmamasını istiyorum.
Türkiye hem bizim için hem de
dünya için önemli bir ülke. Biz büyük medeniyetlerin süzgecinden geçmiş bir
ülkeyiz, çok köklü bir milletin çocuklarıyız. Fakat bir dönem (son 2-3 yüzyıl)
akıldan ve bilimden uzaklaştığımızı düşünüyorum. Bütün sıkıntılara rağmen toparlanma
döneminde olduğumuza da inanıyorum. Özellikle Atatürk’ün 1933 üniversite
reformu, Türkiye’deki bilimsel altyapının kurulmasında bir dönüm noktasıdır.
Bunun çok iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Uluslararası çok
görevlerim oldu, hala devam eden görevlerim de var. Batı ve uzak doğu
medeniyetlerini tanıma şansım oldu. Evrensel olarak insanlığın karşı karşıya
kaldığı problemler var. Teknolojik gelişmeler ve bilimsel gelişmeler insanlığa her
zaman mutluluk getirmiyor. Kültürel olarak da sosyal olarak da gelişmek gerek. Sonuçta
köklü birikimlere sahip olan bizlerin de dünyaya verecek mesajlarımız var. Bir
kaç isim vermek gerekirse, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş simge isimlerdir ve
bu isimlerin söylemlerine insanlığın ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ancak dünya
milletler ailesinin şerefli bir üyesi olmamız için bu yeterli değildir. Akıl ve
bilim ile birlikte, kültür ve irfanımız,
idrakımız bizi tekrar layık olduğumuz yere getirecektir. Bütün amacımız kendini
bilen ama bunun yanında dünyayı da bilen, akla ve bilime sarılmış bir gençlik yetiştirmek
olmalıdır. Bu Türkiye’nin geleceğini kurtaracak ve ülkemizi Atatürk’ün
belirttiği muasır medeniyetin ötesine taşıyacaktır.
“Bir sürü şeyle ilgilenirseniz hiçbirisinde çok iyi olamazsınız.”
Akademisyen olmak isteyenlere şunları
söylemek isterim: Bilim ile uğraşmak bir hayat tarzıdır. Eğer bir insan bilimle
uğraşmak istiyorsa fedakârlık göstermek zorundadır. Zamanı iyi kullanmak da şarttır.
Bir başka deyişle kişi, bilimsel uğraşlarını diğer işlerine göre değil fakat
diğer işlerini bilimsel uğraşlarına göre ayarlamalıdır. Belirli bir konuya
odaklanılmalıdır. Belirli bir konu ile ilgilenirseniz o konuda iyi olursunuz. Aziz
Sancar çok güzel bir örnektir. Farklı konularla ilgilenirseniz, hiçbirisinde
çok başarılı olmanız mümkün değildir. Ancak mevcut akademik sistem bu meselede
bir engel olarak durmaktadır.
Bilimsel merak şarttır. Ancak bu
şekilde daha önce yapılmayanı yapmak, düşünülmeyen yeni bir kavramı ortaya
çıkarmak mümkün olabilir. Eğer açık fikirli ve farklı perspektiflerden
bakmasını bilen biriyseniz bir yolda ilerlerken hiç beklemediğiniz farklı bir
alanda keşifte bulunabilirsiniz. İstikrar ve süreklilik çok önemlidir. Bir
bilim insanı uluslararası bağlantılar kurmalı ve uluslararası bilimsel kamuoyu
ile iletişimini devam ettirmelidir. Bilim insanı başını kuma gömmemeli, bulunduğu
laboratuvar ve klinikten dışarı çıkararak, hem ulusal hem de uluslararası iş
birlikleri içerisinde olmalıdır.
Bilimsel çalışmalardan
ayırdığınız zamanlarda elbette ailenizle ve hobilerinizle ilgileneceksiniz. Çok
iyi bir denge içerisinde bunu sürdürmeniz gerekmektedir. Bir bilim insanı tüm
bunları yaparken maalesef ailesine yeterince zaman ayıramıyor. Ben bu açıdan
şanslı bir insanım, eşim büyük fedakârlıklar göstererek bana daima destek
olmuştur.
Her hekimin akademisyen olması
gerekmemektedir ama hekimlerin sürekli ve düzenli olarak kendilerini
yenilemeleri şarttır. Hekimlik kutsal bir meslektir, hekim olmak bir şanstır.
Meslektaşlarıma başarılar diliyorum.
Teşekkürler.
Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur
- Kaynak:
- Kategori:SAĞLIKTA FARK YARATANLAR